30 Temmuz 2018 Pazartesi

Adalet


O gün mahalledeki herkes kendi halindeydi. Manav, sıcaktan kurumaya yüz tutmuş marullarına sürekli su serpiştiriyor, kahvedeki güruh, olaylı geçen derbinin ardından ağızlarından salyalar püskürterek neferi oldukları tarafın haklılığını ispatlamaya çalışıyordu. Bakkalın önünde kendi aralarında oyun oynayan çıplak ayaklı çocukların sesleri kuş cıvıltılarına karışıyor, evlerin balkonlarından yükselen çeşitli yemek kokuları insanda iştah açıcı bir etki yaratıyordu. Mahalle, tıpkı çarkları muntazam çalışan bir saat gibi kendi düzeninde işliyordu.

Saat akşamüstü vaktine yaklaştığında çıplak ayaklı çocuklar telaşeli hareketlerle evlerinin yolunu tutarken kahvede de son çaylar söylenmişti. Mahallenin en işlek diyebileceğimiz;  manav, bakkal ve kahvenin de bulunduğu sokağın başında bir kadın belirdi. Etrafa attığı ürkek bakışlardan yürürken ki tedirginliğine kadar her halinden mahalleye yabancı olduğu anlaşılıyordu. Kadın kahvenin önünden yavaş ve ürkek adımlarla geçerken öndeki masalardan biri çığırtkan bir ses ile “Gölgesi yok!” dedi. Bunun üzerine çevredeki herkes bakışlarını meraklı bir şekilde kadına çevirdi. Bazıları emin olmak için hemen kendi gölgeleri yerinde duruyor mu diye baktı, bazıları kağıt oynamaya devam etti. Kimileri hemen dedikoduya başlamıştı bile: “kadın aslında cinliymiş.” Kimileri de “ne telaş yapıyorsunuz be kardeşim. Altı üstü kadının gölgesi yok yani,” diyerek rahat tavırlarını sürdürdü. 

Kadının korkmuş hali ve titrek vücudu Bakkal İsmet’i endişelendirmişti. İsmet kadının yanına giderek “iyi misin bacım ? Bir şey mi oldu ? Nerden geliyorsun böyle ?” sorularını art arda sıraladı. Kadın her an ağlayacakmış gibi titrek bir sesle “ben kehanetin habercisi ve başlangıcıyım. Yalan ve fesattan balçığa bulanmış bu mahalleye tekrar doğruluğu getirmek için gönderildim. Size yalvarırım sözlerimi dinleyin yoksa harap olacaksınız,” dedi. Sözlerini bitirdiğinde kahvedekilerden bol kahkaha, köşede toplanmış kadınlardan “vah vah yazık bu yaşta delirmiş. Gencecik halbuki ne güzel kız ama ne yapacaksın alın yazısı işte,” tepkileri aynı anda yükseldi. Bu söz karşısında ne diyeceğini bilemeyen İsmet, kadının meczup olduğunu düşünerek “tamam bacım tamam, geçti. Gel kahvede bir su iç kendine gel biraz. Sonra da seni evine bırakırız,” dedi. 

Titrek hali birden kesilen kadın, gözlerini kısarak etrafındakileri şöyle bir süzdü. Önce eski filmlerdeki cadılar gibi bir kahkaha patlattı ardından da, “Samet, ah ulan kavuncu Samet. Hiç utanmadın mı 13 yaşındaki oğlunun ders çalışmak için eve davet ettiği arkadaşına ellerken ?” dedi. Bir anda herkesin yüzü kireç gibi olmuştu; Manav Samet hariç. Onunkisi kıpkırmızı idi. Alnından birden soğuk terler boşalmaya başlayan Samet elini ayağını nereye koyacağını bilmeyen bir telaş ve tavırla “sen ne diyorsun lan meczup ? İsmet! Alın şu deliyi yoksa kırıcam ağzını yüzünü!” diye kükredi. Ancak kadının dediği şeyler ortamda bulunan herkesin üzerinde adeta soğuk duş etkisi yaratmıştı. Kahveci İsmet dahil kimse bir şey yapamadı. Bunun karşısında iyice çileden çıkan Manav Samet tam kadının üstüne yürüyecekken, “senin kükremeni yerim lan sübyancı piç!” diye çıkışan kadın koşarak oradan uzaklaştı. Kadından da böyle bir tepki beklemeyen mahalleli iyiden iyiye onun meczup olduğuna inandı.

Bu garip olay her şeyin başlangıcıydı. Mahallelinin “meczup” olarak nitelendirdiği bu kadın, ara ara ortaya çıkıyor ve bazı mahalle sakinleri hakkında akıl almaz şeyler söyleyip yine ortadan kayboluyordu. Gölgesi olmayan kadının mahallede ilk göründüğü günden beri artık kimsede huzur kalmamıştı. Dışarıdan sevimli, kendi halinde görünen mahallede akıl almayacak dedikodular, türlü fesatlıklar peydah oluyordu. Huzurlu ve sakin geçen günler artık eskide kalmıştı. Herkes birbirine nefret dolu bakıyor, zihinlerde türlü küfürler geziyordu. Mahalleli bu hale dayanamayıp karakola gitmişti ancak oradan da bir sonuç alamadılar çünkü verdikleri ifadeler karşısında komiser, “ulan gölgesi olmayan insan mı olur ? Toptan kafayı yemişsiniz siz.” diyerek olayı başından savuşturmuştu;  başında bir sürü iş varmış gibi. Küçük yerlerde bürokrasi hep böyleydi; kamu miskinliğe ve iş yapmamaya bağımlı halde çalışırdı.  

Olanların üzerine haklarında türlü dedikodular çıkan mahallenin erkekleri, bir gece Manav Samet’in öncülüğünde toplandı.  Samet sinirli ve kendinden emin bir sesle “arkadaşlar, bu deli mahalleye musallat olduğundan beri huzurumuz kalmadı. Biz birbirimizi biliriz. Bu kadının dedikleri akla hayale sığmayacak şeyler. Hiçbirimizin evinde huzur kalmadı. Artık yapılacak tek şey polis bize inanmadığı için bu meczubu yakalayıp teslim etmektir.” Sözünü bitirdiğinde kendini dinleyenleri şöyle bir süzdü. Aralarından biri “Samet doğru dersin, huzur falan kalmadı da kadının gölgesi yok. Cinli midir nedir ? Başımız belaya girmesin ?” Manav Samet bu soruyu sanki önceden bekliyormuş gibi  “merak etme birader. Ben o işi de düşündüm. Nefesi çok kuvvetli bir hoca var bayır mahalleden. O da yanımızda olacak.” Dedi. Hoca getirtileceğini duyan herkes rahatladı ve planı destekledi. Toplantıda sadece Bakkal İsmet yoktu. Toplantı davetini duyan İsmet “ya Samet tamam neyse ne, kaç yaşında adamlarız. Bir tane meczubun peşinden mi koşacağız ?” diyerek gelmeyi reddetmişti.

Kadının mahalleye her gelişi akşamüstü saatlerinde olduğu için 2 gündür mahallenin erkekleri, bu saatlerde sokağın çeşitli yerlerine konuşlanıp kadını beklemeye koyuldu. Ancak ne giden vardı ne de gelen. Samet’in 2 gündür getirip kahvede beklettiği hocanın da canı sıkılmaya başlamıştı. “Evladım hani nerde bu cinli kadın ? Benim de işim gücüm var. Yarın gelir beklerim daha da gelmezse beni uğraştırmayın böyle şeylerle.” dedi. İmamın bu sözü karşısında Samet’in canının sıkıldığı her halinden belli oluyordu. İsmet’in getirdiği çayı sert bir şekilde karıştırıp kaşığı çay tabağının yanına koydu. Efkarlı bir şekilde sigarasını yakıp gözlerini yola çevirdi. Kahvenin önünden geçen bazı kadınlar Samet’in yüzüne nefretle bakıyordu. Samet utanıp bakışlarını önüne eğdi. Kadının yakalanmasını en çok kendisi istiyordu ancak ondan çok korkuyordu. Kadının kendisi hakkında söyledikleri iftira değil gerçeğin ta kendisi idi. Peki bunu nerden bilebilirdi ? Galiba kadın gerçekten cinliydi. Bu düşüncenin varlığı ensesinden sırtına buz gibi bir ter damlasının yuvarlanmasına sebep oldu. Ürperdi ama belli etmemeye çalıştı. Yaptıklarından dolayı biraz utanç duyar gibi oldu. Ama asıl soru Samet, çocuğunun arkadaşına yaptığı bu rezil şey hiç ifşa olmasaydı böyle utanç duyacak mıydı ? O zaman bazıları için kötü şeyler sadece açığa çıktığında kötüydü. Bu da kendilerince her şeyin meşruluğunu sağlıyordu. Hatta bazıları için suçun ifşası bile meşruluğun önünde bir engel değildi. Örneğin kahveci İsmet; kendi çapında efendi, adaletli, yiğit olarak bilinen biriydi. Kadının Samet hakkında söylediği şeylerden sonra mahallede İsmet hariç herkes Samet’le samimiyeti kesmiş, gördüklerinde yol değiştirir olmuşlardı. Ancak İsmet gibi dürüst bir adamın bu kayıtsızlığına bütün mahalle şaşkındı. Belki İsmet’in de saklaması gereken şeyler vardı ve açığa çıktığında ona da böyle davranacaklarından korktuğu için pis bir vicdan muhasebesine girmişti. Bu ihtimale göre İsmet, Samet’e değil kendisine acıyordu. Ama tabi ki de bu bir “ihtimaldi.”

Aradan yaklaşık 1 ay geçmiş ve kadın bir daha görülmemişti. Eşi Samet’ten boşanmış çocuğunu alıp evi terk etmişti. Taciz ettiği çocuğun ailesi de Samet’e dava açmış ve bir kere de linç girişiminde bulunmuşlardı. Haklarında türlü dedikodu çıkan mahallenin diğer erkek üyeleri de ya mahalleyi terk etmiş ya da insan içine çıkamaz olmuşlardı. 

Bir gece İsmet, soğuk meşrubatların bulunduğu dolapları kilitlemiş, semaveri söndürmüş, kahvehanesini kapatırken gözlerini kapıya çevirmesi ile yüzü kireç gibi oldu. Aylardır ortalarda görünmeyen kadın karşısında bir heykel gibi dikiliyordu. Korku ve tedirginlik arası bir duygudan dizlerinin bağı çözülür gibi oldu ancak kendini toparlayıp “hayrola bacım gecenin bu saatinde ?” dedi. Kadın çok sakin adımlar ile sol çaprazında bulunan masaya oturup “gel İsmet biraz konuşalım” dedi. İsmet’in eli, belinde duran baba yadigarı sustalıya gider gibi oldu. Sonra bu düşüncenin ne kadar komik olduğuna inanmaya çalışarak çekingen adımlarla kadının karşısına oturdu. “Adalete inanır mısın İsmet ?” İsmet, olan bunca şey, kaçan bir ton huzurdan sonra hiçbir şey olmamış gibi kendisine böyle aptalca bir soru soran kadına hiç cevap vermeyerek eve gitmeyi düşündü ancak sabırla iç çekip “hayır inanmam,” dedi. Kadının ağzında belli belirsiz bir tebessüm belirdikten sonra “artık inan karşındayım,” dedi. İsmet içinden “ulan gecenin bu saatinde çattık şu deli karıya sav başından savabilirsen şimdi” diye geçirdi ancak ağzından “tamam bacım anladım. Adın Adalet’miş. Memnun oldum. Ama bak saate kaç oldu ? Dükkanımı kapatıp evime gitmem gerekiyor. Ayrıca buralarda çok görünme Samet’e denk gelirsen senin için hoş olmaz,” kelimeleri döküldü. “Evet ismim Adalet. Ama sadece ismim değil,” biraz durakladı “neden gölgem olmadığını merak etmiyor musun İsmet ?” Konu buraya gelince İsmet iyiden iyiye gerildi. Ağır ağır nefes alırken “Neden ?” diye belli belirsiz bir ses çıktı ağzından. “ “Çünkü en ağır suçlar benim gölgemde işlenir. Kimse bakmaz, kimse görmez. Gölgem bütün suçlara görünmezlik sağlar. İşte bunların olmaması için gölgem yok. Mesela adaletin olmadığı ülkelere bak; her yerde yaldızlı, gösterişli şekilde adalet yazar ve insan her zaman olmayan şeylerin ispatının peşindedir.” İsmet ne düşünüp söylemesi gerektiğini bilemeyen, allak bullak bir yüz ifadesi ile kadına bakarken kadın devam etti “yıllardır gölgem bu mahalledeydi İsmet. Bak bir gün gölgemi çektim neler oldu ? Dahası gözümdeki bandanayı çıkarınca her şeye tanık oldum. Meğer bunca yıl gözlerimin kapalı olması adaleti sağlayan değil sizleri koruyan bir şeymiş. Gözlerimi bağlayan sizdiniz. Hepiniz sinsi yılanlardan başka bir şey değilsiniz. Ama çok büyük bir yanlış yaptınız, terazinin yanında kılıcı asla vermeyecektiniz.” İsmet koşup oradan uzaklaşmak için kahvehanesinin kapısına baktığında yerde kanlar içinde sürünen Samet’i gördü. “Kapıya hiç bakma. Bedelini ödemek zorundaydınız İsmet” dedikten sonra masanın altından bir anda çıkardığı kılıcı ile İsmet’in gırtlağına kocaman bir çizik atan kadın, boğazını tutup yerde kıvranan İsmet’in kulağına eğilerek “yıllar önce defalarca tecavüz ettiğin için intihar eden kızın seni bekliyor,” dedi. İsmet bakışları kahvehanenin önünde aynı kendisi gibi kanlar içinde yatan Samet’in gözlerine takıldı. İkisinin de bakışları aynıydı. Aynı günahın aynı kanıtları.


                                                                                                                                 Kabil

5 Şubat 2018 Pazartesi

Toprak Altı Notlar



10 Ekim 2015; “unutmayacağız, unutturmayacağız, asla unutulmayacak,” denmişti. Belki hala diyenler vardır ama sesleri pek duyulmuyor. Olsun biz yüreklerini yine de duyuyoruz. Ama bazen yürekteki ses yetmiyor.

 Bizi unuttular sevgilim. Ellerimiz tutarken birbirini bir alev topu geldi kondu aramıza. Aşkımızın alevi miydi bu ? Yoksa “bölücü” bir bombanın infilakı mı ? Artık anlıyorum örgütlere neden “bölücü” dediklerini. Biz bir bütünken seninle, o alev topu gelip böldü bizi ikiye. Barış ve aşk için havaya kalkan ellerimiz dört ayrı yana savruldu. 

“Unutturmayacağız!” demişlerdi. Havada savrulan insan uzuvlarını ne çabuk unuttular sevgilim ? Gökyüzündeki kan kokusunu, sirenlerin seslerini, can çekişenlerin çığlıklarını… Bizi ne çabuk unuttular ? Hadi bizi geçtim, bizi kim niye hatırlasın da Veysel’i unuttular be sevgilim. Bizim Veysel; hani babasıyla el ele yürürken…

Hatırlamadınız mı ? 10 Ekim 2015 ? 9 Yaşındaki Veysel’i ? O gün vücudum alevler içinde yanarken, asfalta fırlamış olan gözüm gördü; Veysel’in canını alırken ölümün bile utandığını. 

Güzelim memleketimde masum ve güzel şeyler istemenin çok ağır bedelleri vardır. Bu kuralı Veysel 10 Ekim 2015’te çok acı bir şekilde öğrendi. Ben ve sevgilim de. Hatta 103’ümüz de. 

Bizleri: barış için sabrederken ölenleri  unuttular. Tek hatırlayanlar ailelerimiz. Ellerine tutuşturulan siyah ceset torbalarını nasıl unutsunlar ? Ceset dediysem, işte bizden geriye ne kaldıysa koymuşlar içine, öyle bir şey yani. 

Aynı acı için feryatlar yükseldi gökyüzüne 103 ayrı haneden. 103 evin ocağı söndü o gün. Belki de bacalarından bir daha asla duman yükselmedi. O gün bütün ışıklar biz rahat uyuyalım diye terk etti ülkeyi, hepsi bizle birlikte toprağa gömüldü.

Karanfiller bıraktılar mezarlarımıza, resimlerimizi meydanlarda gezdirdiler, isimlerimizi kazıdılar kaldırım taşlarına. Hapsoldu bütün acılar; taş, mukavva ve bir avuç toprağa.  Ola ki değerse Ankara’da eliniz toprağa burnunuza götürün, koklayın. İnsan nerede ölürse oralı olurmuş. Biz Ankaralıyız artık, toprağının kokusundayız. 


Unutmayın.


10 Ekim 2015’in anısına.

                                                                                                                             Kabil



29 Ekim 2017 Pazar

Hoca



En uzun gecede sanki sabah hiç olmayacakmış gibi gelir insana. Sanki sabah hiç var olmamış gibi. Gece, seni öyle içine alır ki sen de karanlığın ufak bir parçası olursun. Ya da karanlık senin parçan olur. Bir bakarsın kolun, bacağın, ayakların kapkaranlık, görünmüyor. Kasvetli bir gölge gibi yaşayıp aydınlığın seni kurtarmasını beklersin ama onun hep karanlıktan daha mühim işleri vardır; hiç gerçekleşmeyecek olan hayallerimiz için “şu anlarımızdan” vazgeçmemiz gibi. 

İşte bizim Hocanın hikayesi de böyle. Hoca dediğim bizim mahallenin eski müptezeli, hatta delisi diyeceğim de adam gayet akıllı ama işte akıllı diyesim de yok. Öyle delilikle akıllılık arasında bir yerde sıkışıp kalmış bir hali var.

Hoca üniversiteyi bitirip mahalleye dönüyor. 2 ay işsiz takıldıktan sonra sitelerin arka tarafına yeni açılan bir dershanede iş buluyor. Kıyak iş; haftanın 3 günü çalış aylık 1000 lira para. Mahallede arada denk geliyorduk ağzı kulaklarında, işinden gayet memnun. Öğrencileri de hocayı sevmiş, bayağı iyi anlaşmışlar. 

Gel zaman git zaman Hocanın işe başlamasının ardından yaklaşık iki buçuk ay geçti. Biz çocuklarla okuldan kaçmışız kahvede dal sigarasına batak döndürüyoruz. Ortam çok tehlikeli, yan masada kahve sahibinin ahbapları kumar oynuyor. Masadakilerden birinin eskiden otobüs filosu varmış sonra işler iyi gitmemiş, şimdi içinde oturduğu evi hariç hiçbir şeyi yok. Diğerinin eskiden, biz çok küçükken ilçede çok büyük esnaf lokantası varmış. Hatta ilçedeki tek lokanta oymuş. Büyük para kaldırmış ama onun da evlat hayırsız, her şeyi yemiş. Bir de işin başına geçip onu da bozmuş. Şimdi seyyar bir kokoreç arabaları var, kahvenin 100 metre ilerisindeki köşede duruyor onunla geçinmeye çalışıyorlar. Masanın diğer köşesinde oturan adamın lakabı “fare”. Boyu çok kısa, yüzü de biraz fareyi andırmıyor değil, herhalde bu yüzden o lakabı vermişler. Arada bir, boyu kadar olan paltosunun iç cebinde duran şaraptan çeker rakiplerinin yüzlerine dikkatlice bakıp ellerini çözmeye çalışırdı. İçtiği bir yudum içki etkisini kaybettiğinde hemen yüzü sararmaya başlar, o zaman büyük bir yudum daha asılır yüzünün kırmızılığı geri gelirdi. Sanırım bu durum bayağı alkoliklik göstergesi. Neyse Fare de yolunu damattan buluyordu. Damadının mahallede tekeli vardı. Arada orda ona yardım eder onun haricindeki tüm zamanlarda kahvede kumar oynardı. 

Bizim masada da tam oyun hararetlenmişti ki yancılardan biri “lan! Tarih üniversiteye giriş sınavından kaldırılmış birader.” dedi. Herkes bir saniye yancıya baktıktan sonra oyuna devam etti. Oyun bittiğinde ortiyle ben yine kaybetmiş, bütün sigaraları kaptırmıştık. Rakipteki çocuğa “at bi sigara hiç kalmadı, hepsini aldınız.” Dedim. “Kaybetmeseydin oğlum.” Dedi. Yüzümü ekşitip ters ters baktım. Sonra verdi. 

Masada herkes sigara yakmış öyle boş boş kahvenin isli duvarlarına bakıyorduk. Sonra aklıma geldi “oyun dönerken biriniz tarih hakkına bir şey dedi.” Dedim. Karşı çaprazımdaki yancının mavi gözleri kurt gibi parladı “aynen birader. Tarih üniversiteye giriş sınavından kalkmış. Yani artık sadece sözeller girecekmiş, eşit ağırlıklardan da kaldırılmış.” Dedi. Ergenlik aklı tabi, hemen sevindik bu habere. “ooo iyiymiş birader bir ders bir derstir, iyi iyi.” Dedik, sanki çok ders çalışıyormuşuz da birinden kurtulmuşuz gibi.

Hal böyle olunca dershanede sözel sınıfı olmadığı için hocayı da işten çıkarıyorlar. Hoca o ara bayağı depresyona giriyor. Bir türlü iş bulamıyor. Zaten bizim ilçe küçük yer. Hepi topu 2 dershane 1 tane de kolej var. Durum böyleyken ilçeden bir şey çıkmıyor.  Sanırım KPSS puanı da düşüktü, ataması da olmadı. 

O ara Hoca çok fena alkol tüketiyor. Çocuklarla ne zaman parkta takılsak eve yıkıla yıkıla yürüdüğünü görürdük. Belli bir süre daha hoca bu rölantide devam ettikten sonra Çanakkale’den bir arkadaşı onu yanına çağırıyor. “Gel buraya, bizim öğrenci evinde bir oda boş. Burada geçici bir iş buluruz sana, bu sırada da dershanelere, kolejlere falan başvurursun.” Diyor. İşte bizim Hocanın hayatının kararma evresi bu Çanakkale macerasıyla başlıyor.

Anlatılanlara göre Hoca oraya gidince büyük bir alışveriş merkezinde iş buluyor, ilk zamanlar her şey tıkırında. Bir yandan da sürekli oradaki eğitim kurumlarına başvuruyor. Ama aradan zaman geçmesine rağmen hiçbir kurum geri dönüş yapmıyor. Hoca yine bunalıma giriyor. İşten aldığı bütün parayı yine alkole yatırmaya başlıyor. Bir zaman böyle gittikten sonra alkol de kesmiyor. Hoca farklı şeyler kullanmaya başlıyor. 

Hocada da hiçbir şeyin azı yok, ne içerse dibine kadar. Bir ara işi bırakıyor, sonra hızlı kilo vermeler, yüz hatlarının belirginleşmesi, gözlerin pörtlemesi derken bizim hoca oluyor sana ağır müptezel. O sıralar çakmak gazına kadar düşmüş diyorlardı.

Bir gün Hocanın ailesi ona sürpriz yapmak için çat kapı Çanakkale’deki eve gidiyorlar. Kapı açıldığında karşılarında oğulları yerine yürüyen bir kemik yığını bulduklarında hemen Hocayı oradan alıp ilçeye geri getiriyorlar. Ardından hızlıca ıslahevine yatırılıyor. Çok geçmeden hoca inceden tırlatıyor. Psikozlar ve sanrılar peşini bırakmadığı için evden çıkamaz oluyor o sıralar. Rivayete göre o zamanlar günde  4 paket sigara içiyormuş.

Hoca uyuşturucuyu bırakıyor ama psikoz ve sanrılar onu bırakmayıp farklı bir evreye geçiyor. Doktorlar işe yaramayınca iş cinci hocalara kadar gidiyor. En son Hocayı Adıyaman’a götürüyorlar. Oradaki derviş Hocanın gözlere bir kere bakmış, o gün bugündür Hoca ağzına boş sigaradan başka bir şey sürmezmiş diyorlar.

O sıralar, sıcak bir yaz akşamı çocuklarla parkta takılıyoruz. Kişi başı 5’şer bira yapmışız, boş beleş muhabbetler döndürüyoruz. O aralar parka çok takılıyoruz, etiket olmayalım diye bizim çocuklardan biri parkın bütün lambalarını birkaç gün önce indiriyor. İyiyiz yani, kafamız da rahat. Ben dördüncü biradayken parkın karanlığından daha karanlık bir şeyin sol tarafımızdan geçip yan banka oturduğunu hissettim. Birden tüylerim ürperdi, aldığım bira yudumu boğazımda kaldı yutamadım. Başımı çevirip dikkatli baktığımda Hocayı gördüm. Banka oturmuş sigara içiyordu. Sigaradan aldığı her nefeste sigaranın ateşi parlıyor, siyah gözlerini aydınlatıyordu. Gözlerimi kısıp iyice baktım. Gerçekten de karanlıkla bütünleşmiş haldeydi. Dikkatlice bakmasan sanki hocanın orada oturduğunu asla fark edemeyecekmişsin gibi. O karanlık sanki hocayı yutmuş, hoca karanlığın bir parçası olmuş gibi.

Başımı çocuklara çevirdim herkeste aynı gerginlik. Hepsi Hocaya bakıyor. O anda Hoca da başını bize çevirdi. Herkes, üzerine silah doğrultulmuş gibi kasıldı. Ölüm sessizliği dedikleri şeyi o an yaşamıştık. Birinin bu sessizliği bölüp hepimizin hayatını kurtarması gerekiyordu.

“Oğlum ne öcü görmüş gibi bakıyorsunuz ? Gelin yanıma sohbet edelim.” Dedikten sonra yüzüne kocaman, babacan bir gülüş oturmuştu Hocanın. Hepimizin vücutları bir anda çözülmüş, derin bir nefes alıp alkolün de etkisiyle güle oynaya Hocanın yanına gittik. Halimizi hatırımızı, üniversiteye hazırlığın nasıl gittiğini sordu. Ders çalışma konusunda güzel öğütler verdi. Ya da her zamanki klişe öğretmen tavsiyelerindendi ama belki de alkollü olduğum için güzel gelmişti.

 Biz kalan biralarımızı da bitirmiştik. Kafamız da hayli yüksekti. Bundan cesaret alarak ben daldım lafa “ya hocam yanlış anlamazsanız biz arkadaşlarla sizin hakkınızda bir şeyi çok merak ediyoruz.” Dedim. Ne soracağımı tahmin ettiğini belli eden bir gülüşle “buyur abicim.” Dedi. “Sizin derviş olayı doğru mu hocam ? Yani her şeyi bırakmanız onun gözlerine bir kere bakmanızla mı oldu ?” dedim. Yine tebessüm ederek “evet.” Dedi. Merakım iyice artmıştı. Normalde böyle sorular kat-i surette sorulmazdı, ayıptı ama kafam güzeldi. Biraz daha yüzsüzleşip merak duyguma da yenilerek “o gözlerde ne gördünüz hocam ?” dedim. Çocuklar nefes bile almadan Hocanın iki dudağının arasına bakıyordu. Biraz durdu, lafa nerden başlasam diye düşünüyormuş gibi bir hali vardı. Boğazını temizleyerek “açıkçası orada sizin aklınızdan geçirdiğiniz uhrevi, kutsal ya da dinle alakalı bir şey görmedim. Dervişin bakışlarında bir olay yoktu; bir çift insan gözüydü sadece. Ben o gözlerde kendimi gördüm. Bir insan, kendisinin içinden çıkıp kendisine kolay kolay bakamaz. Bunu yapmak için bir kırılma anına, bir düşüşe ihtiyaç duyar. Ben o an o kırılma noktasını yaşadım. Kendimi tüm çıplaklığımla dışarıdan gördüm. Ve vücudumu korkunç bir utanç duygusu kapladı. Öyle bir utanç ki titremeye, sarsılmaya başladım. Hatta bir ara bayılır gibi oldum. Yani insan arada kendi içinden çıkıp kendine bir de öyle bakmalı. Lütfen kardeşlerim bunu yapmak için benim gibi bir kırılma noktası beklemeyin. Size en büyük öğüdüm budur.” Dedi. Sözlerini bitirdiğinde sanki hepimiz bir ilizyondan uyanmış gibi olduk. Alkolün tesirini hissetmiyordum. Öyle etkileyici konuşmuştu ki şakaklarım ağırlaşmıştı sanki. Sonra ayağa kalktı hepimize iyi geceler dileyerek evinin sokağına doğru yürüdü.


Herkes bilsin: Bu mahalleden avaz avaz sessizliği ile bir Tarih Hocası geçti. Bu anlattıklarım onun sessizliğiydi.



                                                                                                                             Kabil